Karakter boyutu :
25 Kasım 2024 Pazartesi 12:32
1987 Hakkari-Anitos vekil öğretmenliği..
Hakkarili İzzettin Seven, 1987 Hakkari-Anitos (Yoncalı) vekil öğretmenliğini kaleme aldı.
İzzettin Seven...Bir kış gününde öğretmen hatırası. Üşenmeyenlere gelsin.1987 Hakkari-Anitos (Yoncalı) vekil öğretmenliğim..
Yoncalı’ya Yolculuk
Yıl 1987, Kasım ayı. Hakkâri’nin makûs kaderi, öğretmensizlikten kıvranıyordu Hakkari.. Meydana gelen büyük öğretmen boşluğunu vekil öğretmenlerle kapatacaktı milli eğitim. Bu amaçla bir sınav yapmış, artık kazananları görev mahalline yolluyordu.
Ben de vekil öğretmenlik sınavını kazanmış, Yoncalı Köyü’ne tayin edilmiş bir vekildim. Karmaşık duygular içerisindeydim. Bir yanda sınavı kazanıp vekil olarak tayin edilmekten sevinç duyuyorken, öte tarafta insan eğitecek bir donanımda mıyım sorusuna net bir cevap verememenin korkusunu yaşıyordum.
Yağan kar Hakkâri’yi gelinliğini giymiş bir genç kıza çevirmişti. Bu görüntüsüyle her alanda bakir olduğunu haykırıyordu adeta. Her yönde taze ve barışık duygular içerisinde olduğunu fısıldıyordu duyan kulaklara. Neden okunmaz, bilinmez ama kendisini on yıllardır dillendiremeyen Hakkâri’yi en iyi tabiatı anlatıyordu anlaması gerekenlere.
Bembeyaza bürünerek, saf, temiz duygularını, yüksek dağları, ulu dorukları ile yöre insanının mağrurluğunu, başı dikliğini, Sümbül; zirvesinde karbeyazı on iki ay tutarak barışı arzulamadaki ısrarını, bünyesinde tabiatın ziyneti konumundaki her çiçeği ve kokuyu barındıran Berçelan, bir arada kardeşçe yaşamanın, başkasına tahammülün olabilirliğini, sonsuzluk ülkesine sürekli akan Zap, çağlamalarıyla değişime evet, durgunluğa hayır deyişini haykırıyordu tabiat kitabını okuma başarısını gösterenlere. Bacon ne diyordu : “Gezmeye çıktığınızda gözlerinizi yanınıza almayı unutmayın.”
Dağların kenti Hakkâri’nin, dağların köyü Yoncalı’ya yolculuk vaktiydi. Görev başına koşma vaktiydi. Ulaşılmalıydı aydınlık arayan çocuklara, ama nasıl?... Geçit vermez dağların eteklerinden geçen, çok seyrek temizlenen karlı yollar nasıl aşılacaktı? Ama aşılmalıydı, aşılmaz yollar; dost kılınmalıydı vahşi doğa. Değil miydi ki insana her şey musahhar kılınmıştı, hizmetine amade kılınmıştı her şey insan için.
Uzun sürmeyen bir araştırma sonrasında köy güzergâhından geçecek bir taşıtın olacağı bilgisi yüreğime su serpmişti o soğuk kasım ayında. Sevindirici bir diğer tarafı askerliğini bitirip görev yerine dönecek olan Yozgat Yerköylü Sabri İnan öğretmen de yolcular arasındaydı. Kısa süren tanışma ve hemen akabinde başlayan sıcak dostluktan sonra belki aylarca dönülmeyecek günlerin erzakı bir bir alındı.
Pansiyonlardaki ambar memuru titizliğiyle erzaklar poşetlenip torbalara konuldu. Aynı hesap kitap içinde olan köylülerin de hazır olması sonunda, binildi 50 NC yarım otobüsüne. Yolda bir yanda yapılan sohbetler, diğer yanda karmaşık duygular birbirini kovalıyordu. İlk öğretmenlik deneyimim olacaktı bu, öğretmenlik formasyonu almadan. Sevinçliydim, çünkü birkaç ay da olsa bir işim olacaktı.
Endişeliydim, çünkü öğretmenlik donanımı olmadan nasıl öğretmenlik yapacaktım? Bu karmaşık duygular içerisinde dalıp dalıp giderken yolumuzdaki mesafe de kısalıyordu. Nihayet “Derav” denilen üç yola gelinmiş, araç Kavaklı’ya gidecekti. Bize düşen inip daha temizlenmemiş karlı yolu sırtımızda torbalarımızla aşmaktı. Allah’tan bizden önce yayalar gelip gittiği için ‘’Pengav’’ denilen ayak izleri vardı.
Bu da yokluklar içerisinde bir nimetti, sevinilecek bir kolaylıktı. Geriye kalan kilometrelerce yolu ayak izlerine basa basa aşmalıydık vakit kaybetmeden. Nitekim öyle oldu. Bir tespihin taneleri gibi dizildik yola. Bir askeri birliğin arazide yol alışı gibi adım adım, ayak izlerine basa basa dizi halinde köye yaklaşıyorduk.
Köye yaklaştığımızda karanlık basmıştı. Karın beyazı ayak izlerini görmek isteyen gözlerimize yardımcı oluyordu. En sonunda zahmetli bir yolculuktan sonra vardık menzile. Varmak ne güzel, vuslat ne hoş... Varmak istenen sevgili bazen Mevla, bazen Leyla, bazen de menzildir. İlk öğretmenlik aşkımın menzilidir Yoncalı. Varmıştık menzile ne mutlu bize.
Tabiatın zorlukları insanı tabiatla dost kılar da insanı insanla can-dost kılmaz mı? Benle bir gün içerisinde tanışıp, dost olduğum Sabri İnan’ı daha sonraları her şeyiyle bütünleşeceğim Batmanlı Fehmi Kaplan karşılayacaktı. Belki denilecek ki anlatılan bu olumsuz şartlar içerisinde telefon mu vardı ki haber verilsin de biri sizi karşılasın? Telefon yoktu, günümüze kadar da olmayacaktı ama ellerinde el feneri dizi halinde yürüyen bizleri gören köylüler ve tabi Fehmi öğretmen bekleyenlerimizdi.
1987’ydi. Belki de karın Hakkâri’de en fazla yağdığı yıldı. Bundan ve okulu sıyırıp geçen çığdan olacak ki okulun boyunu aşan kardan dolayı lojman, lojman denilebilirse, kapısına yukardan aşağıya kardan basamakları inerek vardık ve içeri girdik. Biraz dinlenip ısındıktan sonra köylülerin getirdiği aşla karnımızı doyurduk. Ve Fehmi öğretmenin maharetli elleriyle pişirilen kaçak çaydan her günün iki katı kadar içtik doyasıya.
Çay ikramıyla başlayan çayın bitimiyle bitmeyen çay sıcaklığındaki sohbet saate bakmamıza engel oluyordu. En sonda gayri ihtiyarı bakılan saatten gecenin ilerlemiş olduğunu öğreniyordum. Yorgunluğun etkisiyle göz kapaklarım açılıp kapanmaya başladı. Bunu fark eden yeni dost “artık yatma vakti!” deyip yine köylülerin tedarik ettiği yatakları serdi ve yatağa girdik alelacele. Yatağa girişimizle uykuya dalmamız biroldu.
Vesabah...
Deliksiz bir uykunun getirdiği hafiflik ve dinginlik… Aman Ya Rabbi! Ya uyku denilen bir nimeti bahşetmeseydi ne yapardık? Nasıl dinlenir, nasıl işe koyulma güç ve kuvveti bulurduk? Şükürler beni benden daha iyi tanıyan Sana.
Otlu peynir… Yörede kahvaltıların olmazsa olmazı...
Van’la bilinen ama aslında asıl diyarı Hakkâri olan nimet... İşte bu nimetle yaptık kahvaltımızı. Yanında tandır ekmeği ve beraberinde kaçak çay... Ve köyün temiz havasında... İşte ancak böyle bir tablo içerisinde kahvaltının tadına varılır. Kimi şehirlerin yapay kahvaltı salonlarında kahvaltıları methetmek bilmemenin, fark etmemenin getirdiği bir yanılgı.’Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi’’ deniliyor ya işte bu da bunun misali. Asıl mekânında kahvaltı yapmayanlar, başka yapay yerlerdeki kahvaltıları methederler.
Kahvaltıdan sonra gündüz gözüyle etrafı süzdük. Köy bir yamaca kurulmuş. Okul da köyün en üst tarafına yapılmış. Aşağıya bakınca her şey normal görünüyordu. Nihayetinde kar yüzeyi kaplamıştı.
Ama yukarı dönüp baktığımızda okulun kara gömülü hali okula gitmek için kar basamaklarını bir bir çıkıp adeta yeryüzüne çıkmanın ve sonrasında dersliğe girmek için bir mahzene girer gibi kardan basamakları birer birer inerek varmanın beraberinde getirdiği baş döndürücü tablo en çok Yerköylü Sabri öğretmeni sarsıyordu.
Artık öğrencilerle buluşma vaktiydi benim için. Vekil de olsa lise bilgileri donanımıyla öğretmenliğimin ilk günü olacaktı. Her ilk bir heyecan oluşturur. Ama bu ilk farklı bir ilkti ve anlatılmaz bir heyecan oluşturuyordu bende. Daha dün sıralarda öğrenci olarak öğretmenleri dinleyen ben, bugün sıralarda oturan, öğrencilere ders veren öğretmen olacaktım. Bu anlatılamaz, kelimelere sığdırılamaz bir duygu oluşturur insanda.
Bu duygular içerisinde dersliğe nasıl ulaştığımı ve öğrencilere nasıl “günaydın!” dediğimi anlamadım. Ben sıralarında uslu uslu oturan öğrencilere ayakta ders veren bir öğretmendim.
Bu ders anlatan ben miyim?” sorusunu yöneltiyordum kendime. Evet, cevabını veriyordum kendime ama bu defa “Bu bir rüya olamaz mı?” şüphesine kapılıyordum. Kendimi yokluyorum, gözlerimin açık olduğunu ayakta durduğumu, şuurumun yerinde olduğunu görüyorum.
Bu bocalamadan sonra “Evet, sen artık vekil de olsan bir öğretmensin.” cümlesini ses çıkarmadan fısıldıyordum iç âlemime. Artık yeni pozisyonumu fazla zaman kaybetmeden kabullenmeliydim. Şartlar ve imkânsızlıklar benden bir öğretmen çıkarmıştı eğitim fakültelerine inat.
Günler ilerledikçe ayrıntılarda gizli olan güzellikleri fark ediyordum. Tek renk forma zorunluluğunu getirmişlerdi bizim bakanlık büyükleri, forma alamayacak çocukları hesaba katmadan. Şehirde tek tip insan yetiştirmeye yönelik, tek forma giyimine karşı Yoncalı’da şartların elverişsizliğinden doğan bir karşı koyuş ve bilinçsiz bir özgürlük yaşanıyordu.
Sınıf bir renk cümbüşüydü. Kısmen yırtık pırtık formaları sırtına geçiren varsa da genelinin giyimi ailelerinin doğal zorunlu tercihleriydi. En çok da evi okulun hemen yanı başında olan Mustafa Amcanın Pakize ve Pakistan adlı kızlarının durumu dikkatimi çekiyordu.
Bir şekilde babaları forma bulmuştu onlara ama küçük kalıyordu üstlerinde. Formaların altında sarkan rengârenk etekleri hala hafızamdaki yerini koruyor. O Mustafa Amca ki teneffüsleri hesaplayarak demlediği çaya davet ederdi hep.
Yorulmazdı, bıkmazdı her gün her gün davet etmekten, ama ben utanırdım hep gitmekten. Yük olduğumu zannederdim. Ama hayır, eldekini öğretmenle paylaşmak ona inanılmaz bir haz veriyordu. Bunu fark ettikten sonra eski utangaçlığımı üzerimden attım. Sırf ona o hazzı tattırmak için, sırf öğretmen Mustafa Amcanın evine gitti onurlandırmasını yaşatmak için davetlerine icabet etmekten geri durmazdım.
Sonra hayret ederdim bu sınıf neden bu kadar uslu, bu kadar sessiz. Sonradan anlayacaktım ki onların bu sessizliği analarından öğrendikleri dilin farklı oluşundan ileri geliyordu. Analarından öğrendikleri dille konuşmak, şakalaşmak sınıfta kınama, utanma sebebiydi.
Yarım yamalak öğrendikleri Türkçeleriyle şakalaşamıyorlardı, haylazlık yapamıyorlardı. Şimdi o günleri düşündüğümde çocukları, çocukluklarını yaşamalarından ettiğim için kendime kızıyorum. Sisteme sitem ediyorum.
Önemli olan çocuklardı, çocukların çocukluklarını yaşamalarıydı. Duyguları bastırılmış, çocukluğunu yaşamaktan alıkonulmuş bir nesilden ne çıkardı Milli Eğitimin Temel Amaçları adına.
Yoncalı, Kavaklı (Marunis), Armutlu (Harê), Çaltepe (Kutos) köyleri aynı havzanın içinde bir birine yakın köylerdi. Fehmi öğretmen bu köy öğretmenlerini hafta sonu davet etmeyi planlıyordu. Düşüncesini bize açıkladığında biz de çok sevindik. Adı geçen köylere giden köylülerle haber yolladı Fehmi Hoca. Hafta sonu buluşacaktık. Gece de misafir edecektik onları. İyi de nerede yatacaklardı ve ne yedirecektik.
Fehmi öğretmen hemen çözümlerini sıraladı: “Yatakta yatmayı geç” dedi. “Sabaha kadar muhabbet ederiz, böylece yatak bulma sıkıntısı olmayacak.” dedi. “Dayanamayan olursa yataklarımızda yatar, en kötü ihtimal yatakları yatay koyarız, üzerimize de battaniye çekeriz, oldu bitti” diyerek en kötü ihtimali de planladı. Geriye yemek kalıyordu. “Ondan kolayı ne var? Öğrenciler vasıtasıyla köylülerden yumurta toplarız, soğanımız da mevcut. Bir menemen yanında pirinç pilavı, bol yoğurt ve otlu peynir...
Al sana köy ortamında ziyafet mönüsü...” Fehmi öğretmenin bu pratik zekâsıyla birçok zorluğu kolayından atlatıyorduk. Menemen yemeği denince yumurta, çarliston biber, soğan, domates gelir akla. Ancak karın muhasara altına aldığı, kuş uçmaz kervan geçmez Yoncalı’nın kışında çarliston biberden, domatesten ancak bahsedilebilirdi. Çarliston biber yerine bol soğan, domates yerine salça çözümüyle işin içinden çıktık.
Ve nihayet daracık lojmanın daracık odasında, altı misafir öğretmen. Hoş-beş, sohbet-muhabbet derken Fehmi öğretmen küçücük mutfağa geçti. Maharetli elleriyle, bol soğanlı salça soteli ve doğal köy yumurtalarıyla enfes bir menemen yaptı. Lojmana yayılan iç gıdıklayan güzel koku sebebiyle bazen misafir öğretmenler de mutfağa geçer, Fehmi öğretmeni yoklardı.
Ve Halil İbrahim sofrası kurulur. Taze tandır ekmeği ve “hırtık” denilen köy çörekleri, menemen, pirinç pilavı, yoğurt, sofraların süsü otlu peynirden oluşan sofraya kuruluyoruz hep birden. Yedikçe yiyiyoruz, ama doymak bilmiyoruz. Yemeği bu kadar güzel kılan Yoncalı’nın havası mıydı, köyün yumurtası mıydı, özlem duyulan muhabbet miydi? Sırrını hala çözemediğim, ama o günden bugüne menemen yemeğinin bendeki izdüşümü hep farklı oldu.
Çağrışımlarını düşünmeden kim adını Yoncalı koymuşsa,”Anitos”a haksızlık etmiştir. Dar bir vadide kurulu Anitos’un ne kadar ekilebilir alanı vardır ki yoncasıyla bilinsin. Anitos denince; yüksek yüksek dağlar, ulu doruklar, eteklerindeki meralar, insan boyunu aşan otlarla örülü geniş biçenekler ve tabi bunların sonucu olarak koyunlar, yün yataklar, kıl çadırlar, binbir tat barındıran oylu peynir, Anzer’i aratmayan bal ve yöre fındığı ceviz gelir akla.
Ve bir zamanlar yüksek rakımından, çokça yağan kardan dolayı yolda mahsur kalan insanların ve Karayolları çalışanların hikâyelerinin TRT radyo haber merkezinin haberlerinden eksik etmediği Süvari Halil Geçidi canlanır insan zihninde.
O Süvari Halil Geçidi ki yılan kıvrımlarını aratmayan sekiz keskin virajdan sonra insan tekrar yol bulur. İnsan için merdivenleri çıkmak neyse taşıtlar için de o anlama gelir Süvari Halil’in keskin virajları. İnsanın adeta gökyüzüyle buluştuğu noktadır uzaktan bakıldığında. Yılın “onüçüncü” ayında da yaşanan kışından ve vahşi doğasından olmalı ki “ Hakkâri’de Bir Mevsime” plato olur Yoncalı.
Yoncalı’da öğretmenlik yapmak, pırıl pırıl, körpe çocuklarıyla birlikte olmak, elindekini, avucundakini öğretmenle paylaşmaktan haz alan Yoncalı’yla dost olmak, havasını solumak, zorluklarıyla güçlenmek bir başkaydı. Bu güzellikleri hep yaşamak için hayatımın en önemli kararını veriyordum. Mutlaka üniversiteyi okuyacaktım, öğretmen olacaktım.
Ve sonuçta bu kararım beni Diyarbakır’a, Eğitim Fakültesinin Edebiyat Bölümüne taşıyacaktı 1988 senesinde.
Bu haber toplam 27 defa okunmuştur
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
DİĞER HABER BAŞLIKLARI
Tüm Hakları Saklıdır © 2016 Hakkari Halkın Sesi Gazetesi | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Haber Yazılımı: CM Bilişim
Haber Yazılımı: CM Bilişim